Eski Diyanet İşleri Başkanı Prof Dr Mehmet Görmez soruları yanıtladı. Mehmet Akif Ersoy’un sorularını yanıtlayan Eski Diyanet İşleri Başkanı Prof. Mehmet Görme İslâm dünyasının bugünkü görünümü başta olmak üzere birçok konuda önemli açıklamalarda bulundu. İlahiyatçıların kendi aralarındaki tartışmalarından Kur’an-ı Kerim’i anlama biçimine, Maveraünnehir’den günümüze ulaşan Müslümanlık öğretisinden sosyal medyaya uzanan çizgiyi değerlendiren Prof. Görmez şöyle konuştu:
Dijitalleşmeyle bilgi çoğaldı, yorum anarşisi doğdu. Din elden gidiyor ifadesi hareket noktası olarak kabul edildiğinde zamanla insanlar kendilerini dinin jandarması gibi görmeye başlıyor. Kendi fikri ve düşüncesini mutlaklaştırıyor. Başkasını tekfir ediyor. Bu mutlaklaştırma beraberinde bir temsil yarışı doğuruyor. İslamiyet sadece İslamiyetin yüksek ahlâkı ve adaletiyle temsil edilebilir. İslamiyet herhangi bir şahsı, cemaati, İslamiyet’in temsilcisi olarak görmez. Bir ulema grubu var tabii ki. Ama ulemanın vazifesi hikmetle İslâma davet edecek, irşad edecek, öğretecek. Sivil bir ruhla, kendini mutlaklaştırmadan, tek doğru bende demeden insanlara anlatmakla vazifeli. Bizde ruhbanlık yok. Dini kendi şahsında ruhban sınıfı kabul edilemez. En kötü diktatörlük ruhani diktatörlüklerdir. Dinin bir yorumunu mutlak hakikat kabul edip, başkasının bütün inançlarını, anlayışlarını, yorumlarını uydurulmuş din kabul edip, herkesi yargılayan başkasının da bunu kabul etmesini sağlayan, biz bunu FETÖ’de çok acı acı gördük. İnsanların kalpleri, ruhları üzerinde egemenlik kurmak isteyen bu tür temsiller bir yarışa gidiyor. İslamiyet’i falan hoca mı, falan hoca mı temsil edecek. İlahiyat fakültesi mi medrese mi? Bir defa bunun kendisi bu topluma yapılabilecek en büyük haksızlıklardan bir tanesidir.
Prof. Dr. Mehmet Görmez’in konuşmalarından öne çıkanlar şöyle:
Buhranlar yaşıyoruz, İslam dünyasında fikir, düşünce buhranları, ahlâki krizler var. Asgari barış ve güvenin sağlanmadığı pekçok yer var. Hala Libya’da, Yemen’de vekalet savaşları devam ediyor. İslâm’ın büyük başkentlerinde Bağdat, Şam, Kahire gibi yerlerde gözyaşı akmaya devam ediyor. İslâm’ın hedef olarak gösterdiği rahmet, adaleti yaşama noktasında büyük problemler yaşanıyor. Vekalet savaşları adı altında yürüyen mezhep kavgaları var. Böyle zamanlarda alimlerden, fikir adamlarından, düşünce insanlarından, üniversitelerden, münevverlerden beklentimiz yangını söndürmek için hep beraber seferber olmaları istenir. Hep beraber mücadele etmeleri beklenir. Yazdıkları yazılar, yaptıkları tartışmaları hep bizi bütün bu sorunlardan barışa, güvene, adalete taşıyacak dünya kurmalarına yardımcı olmaları beklenir. Ama üzülerek belirteyim, Mısır’dan Endonezya’dan, Kuzey Afrika’dan İran’a kadar ilim adamlarının özellikle sosyal medya ortamında yaptıkları din tartışmalarına baktığımızda imanımızı arttıracak, ahlâkımızı güzelleştirecek anlamlı bir tartışma göremediğimi ifade etmek istiyorum.
“TUNUSLU AZİZİ KENDİNİ MEYDANDA NİYE YAKMIŞTI?”
Macron’un ifade ettiği en büyük krizler tarih boyunca sömürgeleştiği Afrika’da aç bırakılan insanların krizidir. Cezayir’de katledilen 1 milyon insanın hala geride kalan krizleridir. Bu krizler İslâm’dan kaynaklanmıyor. Bir öfkeli din var, çatışmacı bir din söylemi var İslâm dünyasında, ayrıştırmacı bir din tartışması var. Bir rivayet üzerinden insanların birbirini tekfir ettiği, bir ayet yorumu üzerinden insanların tartıştığı bir alan görüyoruz. Özellikle dijitalleşmeyle birlikte her ülkede farklı dini figürler ortaya çıktı. Herkesin nasıl özel medyası var, özel dinsel alanlar oluştu. Bu arada bir taraftan can yakan sorunlar var, İslâm’a yönelik genç kitlelerin yeni soruları, sorgulamaları var. İlim adamları fetva veren insanlar farklı bir vadide daha dar çerçevede bu çatışmacı din üzerinden tartışmaya devam ettiler. Azizi diye bir genç vardı. Tunus’ta kendisini üzerine benzin döküp yaktı. İş aradı, bulamadı, seyyar satıcılık yapıyordu. Onu da elinden alınca gitti kendisini yaktı. Aynı hafta içerisinde fetva veren ilim adamları, müftüler, din adamları bir insanın kendisini böyle intihar etmesi caiz midir, değil midir tartışması yaptılar. Daha acısı böyle kendisini yakanın cenaze namazı kılınır mı, kılınmaz mı diye tartıştılar. Halbuki yüzbinlerce genci bu duruma getiren sorunu nasıl çözeriz değil de başka tartışmalar yürütüldü.
“TÜRKİYE DERKEN ÜÇ KEZ YUTKUNMAMIZ GEREKİYOR”
Babaları sömürgelerden geçmiş bir gençlik var. Dini figürler, toplumun önüne çıkan din adamları ise bunlar da üzülerek belirteyim, faydasız, anlamsız, beyhude diyeceğimiz din tartışmaları yürüttüler. Bu İslam dünyasının en önemli sorunlarından bir tanesidir diyebilirim. İslam fıkhında bir ilke vardır, bir yerde yangın varsa siz namaza dahi duramazsınız. Önce barışı, güvenliği sağlamak, cehaleti ortadan kaldırmak, gençlerin anlam arayışına cevap vermek, değer, bilgi, ahlâk üretmek. Bunları yapmak varken sürekli tarihe gidip, tarihte yaşanmış tartışmaları bugüne taşımak, o tartışmalar üzerinden ayrışmak, ayrıştırmak. Bu İslâm dünyasının içine girdiği en büyük girdaplardan bir tanesidir. Bu hayra alâmet değil. Türkiye denince şöyle bir durmak lazım. Türkiye bizim ortak evimiz, yurdumuz, gemimiz. Türkiye’yi değerlendirirken, bir şey söylerken bizim üç defa yutkunmamız gerekiyor. Türkiye’de bir şey söylerken bin defa düşünmek gerekiyor. Çünkü Türkiye, Türkiye’den büyüktür. İslâm medeniyetinin yükünü omuzlayan bir ülkedir. İnsanlığın vicdanını omuzlayan bir ülke, tarihtir. Türkiye Maveraünehrin, Selçuklu’nun, Osmanlı’nın mirasını taşıyor. Geniş bir İslam ufku var. Bu ufkun daralmasına izin vermemek gerekiyor.
“CEZAYİRLİ GENÇ MEKKE’DE BÖYLE DUA EDİYORDU”
Türkiye ideolojik, mezhebi, etnik fay hattının üzerinde deniyor. Bütün bu fay hatlarının taraflarını hâlâ biraraya getiren en büyük değerlerimiz inanç değerlerimizdir. Seküler muhafazakâr ayrımında dahi, yahut Alevi-Sünni ayrımında dahi bizi İslâm’ın sevgisi, Kur’an’a olan hürmet sevgili peygamberimize muhabbetimiz, Ramazanlarının iklimi, Cumanın bereketi, bayramların ruhu bizi birleştirmeye devam ediyor. Biz bunlara din üzerinden yanlış tartışmalara girerek yeni fay hatları eklememeliyiz. Sufi selefi, modernist, ehli sünnet, ehli sünnet düşmanı gibi yeni kategorilerle. Bunların emarelerini hep görüyoruz. Belki tikel bir mesele gibi görünüyor ama öyle değil. Genel olarak Türkiye’de ilahiyatçılar, Diyanet, üniversite, sivil toplum örgütleri, dijitalleşmeyle öne çıkan dini figürler hepimizin tekrar tekrar düşünmemiz gerekiyor. Kabe’yi tavaf ederken hiç unutmadığım, basına da yansıyan küçük bir hatıram vardır. Önümüzde Arapça gözyaşı dökerek ‘Allah’ım Türkiye’yi muhafaza et, başımızdan eksik etme’ diyor. Elinden tuttum ‘Nerelisin’ dedim, ‘Cezayerliyim’ dedi. ‘Niye Türkiye diye dua ediyorsun’ dedim. Hiçbirimizin unutmaması gereken bir şey söyledi, ‘Cezayir’e dua etmek sadece Cezayir’e dua etmektir, Türkiye’ye dua etmek tüm İslâm alemine dua etmektir’. Bir mazlumun duasında bu ülke var. Öyleyse bizim birliği, beraberliği, kardeşliği korumamız gerekiyor.
“ULEMANIN VAZİFESİ HİKMETLE DAVET ETMEK”
Dijitalleşmeyle bilgi çoğaldı, yorum anarşisi doğdu. Din elden gidiyor ifadesi hareket noktası olarak kabul edildiğinde zamanla insanlar kendilerini dinin jandarması gibi görmeye başlıyor. Kendi fikri ve düşüncesini mutlaklaştırıyor. Başkasını tekfir ediyor. Bu mutlaklaştırma beraberinde bir temsil yarışı doğuruyor. İslamiyet sadece İslamiyetin yüksek ahlâkı ve adaletiyle temsil edilebilir. İslamiyet herhangi bir şahsı, cemaati, İslamiyet’in temsilcisi olarak görmez. Bir ulema grubu var tabii ki. Ama ulemanın vazifesi hikmetle İslâma davet edecek, irşad edecek, öğretecek. Sivil bir ruhla, kendini mutlaklaştırmadan, tek doğru bende demeden insanlara anlatmakla vazifeli. Bizde ruhbanlık yok. Dini kendi şahsında ruhban sınıfı kabul edilemez. En kötü diktatörlük ruhani diktatörlüklerdir. Dinin bir yorumunu mutlak hakikat kabul edip, başkasının bütün inançlarını, anlayışlarını, yorumlarını uydurulmuş din kabul edip, herkesi yargılayan başkasının da bunu kabul etmesini sağlayan, biz bunu FETÖ’de çok acı acı gördük. İnsanların kalpleri, ruhları üzerinde egemenlik kurmak isteyen bu tür temsiller bir yarışa gidiyor. İslamiyet’i falan hoca mı, falan hoca mı temsil edecek. İlahiyat fakültesi mi medrese mi? Bir defa bunun kendisi bu topluma yapılabilecek en büyük haksızlıklardan bir tanesidir.
“İNANÇSIZ OLSA DA KÜLTÜREL MÜSLÜMANDIR”
Bir an önce dinin asli ruhuna dönmek için bu acı tabloyu ifade etmek durumundayım. Anadolu’nun İslâm’laşması Maveraünnehir üzerindendir. Uluğ Bey’le tasavvuf fıkıh alimleri birlikte yetişmişlerdir. Farabi de orada yetişmiştir. Biz bir dini ufku miras olarak aldık. Osmanlı’nın cihan imaratorluğunun ufku da bununla birleşti. Cumhuriyet döneminde acı tatlı hatıralarıız oldu. Mücadelelerimiz ve kavgalarımız oldu. Bizim yeni bir söz söylememiz lazım. Ben sık sık ifade ederim, İslâm’da din adamı yoktur, herkes dininin adamıdır. Hatta eğer inanmıyorsa bir kardeşimiz bu topraklarda sosyolojik olarak müslümandır. Anne, baba, dede, nine müslümandır. Bir müslüman kültürün içerisinde doğmuştur. Hepimizin müsaade edelim bu topraklarda filozof da olsun, molla da olsun, ilahiyatçı da olsun, mütefekkir de olsun. Filozofu olmayan toplumun müçtehidi olmaz. Derviş de olsun bunların hepsi birlikte zenginlik oluştursun. 14 asır sonra yeniden Kur’an tartışması, hadis tartışması başlatacağımıza, bir ayetin yorumu üzerinden, bir alimin hayatı üzerinden birbirimizi üzeceğimize oturup doğrudan Kur’an’ın ruhunu, rahmetini, adaletini gençlere nasıl taşıyabiliriz, nasıl ifade edebiliriz, yeni bir din dili nasıl oluşturabiliriz, bunlar üzerinde düşünmemiz gerekiyor.
“DİJİTAL KÜRSÜLERDEN ANLAMSIZ SUÇLAMALAR”
Bu tartışmaların öznesi, aktörü olan bütün kardeşlerimizle hepsini kendime eşit mesafede görüyorum. Zaman zaman ben de saldırılarına maruz kalmış bir insan olarak söylüyorum. Belki bir süre yaptıkları işi durdurarak, hesapları kapatarak, dijital kürsüler üzerinden birbirine amansız suçlamaları bir tarafa bırakarak ‘biz ne istiyoruz, niçin bu konumdayız’ diye, bir kardeşimiz hata yaptığında o gece bizim uykumuz kaçmalı. Sadece mektup yazarak değil, böyle bir birlik beraberliğe hizmet edecekse her birinin ayağına gitmeye hazırım. Diyanet nöbeti esnasında bunun için çok çırpındığımı ifade etmek isterim. Her birine giderek dilimizi, üslubumuzu birlikte müzakere ederek, toplum önünde dini bir didişme, tartışma malzemesi kılmadan herkesi dini rahmetine kolaylaştıracak üslup içerisinde olmak, ilişkileri daha iyi götürmek, daha şeffaf, daha sorgulanabilir, din eğitimi veriyorsak onun hesabını toplum önünde konumda olmamız. Ancak bu çabalar yetmedi. Belli bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Fakat keskin taraflarda öfkeler oluşturdu. Bunu istemeyenler oldu, başka bir muhalefete girdiler, üzülerek belirteyim.
“10 KİŞİ ÜZERİNDEN 10 BİN KİŞİ DEĞERLENDİRİLMEZ”
Temsil yarışında beni şahsen üzen noktalardan birisi bu tür tartışmaların sürekli alaylı-mektepli tartışmaya dönmesi. Eskiden tekke medrese tartışması vardı. Türkiye’de bizim İslâm dünyasının pekçok yerinde din eğitimi güvenlik meselesine dönüştüğü zaman biriminde bizim kurumsallaşmış kurumlarımızı korumamız lazım. İmam hatip liseleri, ilahiyat fakülteleri ve Diyanet İşleri Teşkilatı var. Özellikle ilahiyat fakültelerine yönelik, tamamını bir kefeye koyarak… İlahiyat fakültesi mezunu, 20 yıl hocalık yapmış, şimdi de ders veren hoca olarak eksiklerimiz, kusurlarımız, yanlışlarımızı değerlendirebiliriz. Ancak sürekli, biraz da din özgürlüğü ortamında bu ilahiyat fakülteleri müsteşrik yetiştiriyor, misyoner yetiştiriyor bazı kelimeler geliyor aklıma telaffuz edemiyorum. 10 bin kişilik bir kitleden bahsediyoruz. Bu 10 bin kişiyi 10 kişi üzerinden değerlendirmek doğru değil. İçimizden bazı kardeşlerimizin yanlış görüşlerini ekranlara taşıyarak, muhalefet et ki tanınasın, bilinesin diye bir duyguya kapılmış olabilir. Bu yanlışı ben yapmış olabilirim, bir başkası yapmış olabilir. İslam ilimlerine süreklilik kazandıran müesseseler ilahiyat fakülteleridir. Benim işlediğim hatadan dolayı topluma ‘Bu ilahiyat fakülteleri oryantalist yetiştiriyor, bunların hepsi reformist, modernist’ diye yaftalar doğru değil.
“BAKİ HAKİKATLER FANİ ŞAHISLARA BİNA EDİLEMEZ”
İslâm Ansiklopedisi diye herkesin kütüphanesinde 46 cilt muhteşem bir eser var. Bu eser İslam dünyasında ilktir, bütün İslam medeniyetinin hafızasıdır. Dijitalleşme her şeyi biliyorum diyenlerin mecrası. Bu dünyada imaj, reklam, propaganda var. Davet, irşad, tebliği, imaj, reklam, propoagandaya dönüştü. Orada sanal cemaatler oluştu. Cübbesini sarığını giyen, bir kamerayı karşısına alan paralen fetva merkezleri kuruldu, sanal yapılar oluştu. Sohbetin konusu ‘bugün falan hoca şunu dedi, bu zındıktır’ İslâm dünyasıyla mukayese ettiğinde bizde daha az. Arap kardeşlerimizin o kavgalarını da görüyorum gerçekten çok üzülüyorum. Türkiye’de de bu yaygınlaşıyor. Lütfen bunu bir kardeş ikazı olarak hepimiz birbirimizi ikaz edelim. Her birimize birkaç genç takılıyor, o gençler de dini düşüncelerini şahıslar üzerine bina ediyor. Baki hakikatler fani şahıslar üzerine bina edilmez.
“MERDİVENALTI DİYE KÜÇÜMSEMEK DOĞRU DEĞİL”
İlahiyat fakülteleri eleştirilmeli. Neden bütün dünyaya bilgi üretemediniz diye eleştirelim. Master ve doktora tezlerinin kalitesi niye düşük gidiyor diye eleştirelim. Ama bazı hocalarımızın bazı fikirleri üzerinden sürekli bu kurumları itibarsızlaştırmak doğru değil. Bugün herhangi çocuğuma hadis, tefsir öğretecekse ilahiyat kurumlarına muhtacız. İlahiyat fakültelerininde kardeşlerimizin de dışarıdakilerine merdivenaltı diye küçümsemesi doğru olmaz. Birbirimizden istifade etmemiz lazım. Bunu siyasete, devlete yıkmamak lazım.
“KUR’AN BİZİM TİTR EDİNMEMİZ İÇİN BİR KİTAP MI?”
Bence meseleyi şahıs planında ele almak yerine genel olara ele almak. İslam dünyasında, modern zamanlarda bitmek tükenmek bilmeyen Kur’an, hadis, tasavvuf tartışmaları, bu tartışmaların dili, üslubu. Ne kadarı özgürlük alanına grimez, ne kadar saf iman meselesi. Kur’an bir araştırma nesnesi midir? Kur’an bizim titr edinmemiz için bir kitap mıdır? Onun üzerinden bunları yapmak doğru mudur, değil midir? Mustafa kardeşimizin o konuşması üç veçhesiyle ele alınmalı. Birinci veçhesi maşeri vicdanı yaralayan, benim de kalbime çok ağır gelen o kadarcık ifade. Kur’an ve vahiyin mahiyetiyle ilgili. İlahi kelamla ilgili, kelamın niteliğiyle ilgili. İlahi kelamın Hz. peygamberle ilişkisiyle ilgili. O kısmıyla ilgili söyleyeceklerimi genişçe anlatmak isterim. Bizzat o konuya girmeden önce hep beraber az önce anlattığım konularla ilişkili olarak gündeme getiriliş tarzını sorgulamamız lazım. Bir sene önceki konuşmanın içinden cımbızlanarak, belli bir kısmının sadece 1,5 sene sonra toplumun gündemine sokulması, konuşmanın bütününden koparılarak takdim edilmesi, bütün müslümanların dini hassasiyetiyle ilgili gündem mühendisliği, cımbızlama mühendisliğinin sorgulanması lazım.
“İŞİD VARLIĞINI RİVAYETLERİN ÜSTÜNE BİNA EDİYOR”
Bu sadece Mustafa Bey meselesi değil, son 1 yıl içerisinde herkesin başına gelen hadisedir. Toplumun öneminde dini konuşmalar yapan her insanın yaptığı konuşmalardan cımbızlanarak seçildi. Az önce ifade ettiğim gibi o fay hatlarını arttırmak, kardeşlik bağlarını zedelemek. Bu pekçok insanın başına geldi. Kendimden örnek vereyim. 7 sene hasbelkader Diyanet’te çalıştım. Yaptığım bütün konuşmaları 15-20 cilt yapıyor. Bütün konuşmaları camilerde, minberde, kürsülerde yapmışım. Fakat 3 senedir bazen bütün bu konuşmalar bir tarafa bırakılarak master tezimden bir cümle, doktora tezimden bir cümle seçilerek, sosyal medya ortamlarında hedef gösterildim. ‘Bu hadis, sünnet düşmanıdır, reformisttir, modernisttik’ vs. gibi. Şahsen hiçbirine cevap vermedim. Kimse kazanmış olmayacak çünkü. İŞİD her tarafı yakıp yıkıyor, Diyanet İşleri Başkanı bir televizyon programı yapıyor. Orada diyor ki, gelecekten söz eden hadisler, fiten hadisleri sorunludur, çünkü sahih hadislerin içine karışmış hadislerdir. Görüyor ki İŞİD kendi varlığını bu rivayetler üzerinden bina ediyor. Cübbesini, kılığını, kıyafetini, siyah bayrağını hepsini, Abbasiler döneminde uydurulmuş bazı rivayetler üzerine bina ediyor. Anadolu gençleri de bu rivayetler üzerinden oraya gidiyor.
“KATL-İ VACİPTİR TAVRI BİZE YAKIŞMAZ”
Nice vaaz kürsülerinde ‘bu sünneti ve hadisi inkar ediyor’ diye anlatıldı. FETÖ’nün daha sonra ele geçirilen pekçok belgesinde kendisini Mehdi-Mesih olarak müritlerini takdim ettiğini görüyorsunuz. Diyanet İşleri Başkanı çıkıyor diyor ki, ‘Mehdilik bir inanç esaslı değildir. Kur’an’ı kerimde bu sebeple geçmez. Buhari’de hadis yoktur. Ama diğer hadis kitaplarında vardır, onu konuşmamız lazım’ diyoruz. Ondan sonra ‘Mehdiliği inkar etti’ deniyor. Mustafa kardeşimizin konuşmalarında seçilen kısıma katılmadım, asla doğru değil, ilmen de, ahlaken de doğru değil, üslup olarak da doğru değil. İslam medeniyeti tarihinde ilk defa bir tefsir hocası tarafından söylenmiştir. Linç niçin doğru değil? Biz müslümanlar Kur’an’ın ahlâkına bağlı kalmalayız. Bizim tarihimizde reddiye geleneği vardır. Bir hata yapılmışsa o hata düzeltilir, cevap verilir. Çok hassas bir konu olduğu günü 1,5 milyar müslümanın sadece manasını bilmeden dahi duyduğunda gözyaşı akıttığı Kur’an ifadesi hakkında tepki göstermesi haklıdır. Ama bunu katli vaciptir diye bir tavır sergilemek bize yakışmaz.
“KUR’AN’DA HZ. ÖMER’İ, HZ. ALİ’Yİ BULAMAZSINIZ”
Gelelim ifadenin kendisine. Kur’an-ı Kerim’in lafzen kelam-i ilahi olmadığını, Hz. Peygambere ait olduğunu. Allah’a böyle konuşmanın yakışmayacağını ifade ediyor. Bu doğru değil. Kur’an’ın her ayeti bunu reddeder. Bunu bütün delilleriyle anlatmaya çalışacağım. Kur’an, Cibril-i emir vasıtasıyla bizzat rabbimizden Hz. peygamberin kalbine lafzı ve mana ile Arapça olarak indirilmiştir. Kur’an-ı Kerim’deki zemin meselesi Kur’an Arapçasına vukufiyet sahibi bir insan o kelimeyi kullanmaz. Kur’an 23 yıl içerisinde belli bir zamanda, belli bir coğrafyaya ve belli bir muhatap kitlesine nazil olmuştur. Hiç kimse zamanla, mekanla, coğrafyayla mukayyet kabul edemez. Kur’an kadar evrenselliğinin farkında olan bir metin yoktur. Kur’anı kerime kaç bin kişi muhatap oldu? 15-20 bin veda hutbesini esas alalım 100 bin. Sahabeyi kast ediyorum. Sahabeden hiç kimsenin Kur’an’da ismi yoktur, Zeyd hariç. Hz. Ömer, Hz. Osman nüzul sebebidir. Hz. Aişe, Hz.Ali pekçok ayetin şahididir. Siz Kur’an’da Hz. Ali’yi, Hz. Ömer’i bulamazsınız. Çünkü Kur’an’ın muhatapları sadece onlar değil kıyamete kadar gelecek insanlıktır.
“KUR’AN MEKÂN VE ZAMANLA SINIRLI DEĞİLDİR”
Kur’an’ın derdi Ebu Leheb değil kıyamete kadar gelecek Ebu Leheb’lerdir. Kur’anda Bedr savaşı var, Uhud, Hendek savaşı var. Buraları okuduğunuzda savaş tarihi göremezsiniz. Kim öldü, kaç kişi şehit oldu bilgi vermez. Uhut’la ilgili ayetler üç sayfadır. O ayetleri alın kıyamete kadar bütün savaş hukukunu, ahlâkının esaslarını görürsünüz. Hz. Aişe’nin başına tikel bir hadise gelmiştir. Allah resulünün eşine iftira atılmıştır. Fakat Hz. Aişe’nin ismi geçmez. Kıyamet sabahına kadar herhangi bir iffetli hanımefendiye atılacak bütün iftiraları içerisine alarak bütün insanları anlatır. Bir hakikati, şahıs, mekan ve zaman üzerinden ifade etmek istediğinizde siz onu şahıs, zamana ve mekana bağlı olmaktan çıkarıp, müphemleştirip, evrenselleştirmek isterseniz Arapça’da ‘ellezi’ erkekler için, kadınlar için ‘elleti’yi kullanırsınız. Türkçe’de bizim ‘öyle ki’ dediğimiz gibi bağlaç. Bu edattan Kur’an’ı kerimden 1440 tane var. 1440 edat Kur’anın indiği zamana, mekana bağlı olmaktan çıkarıp, o veçhesini unutturmadan. Örnek vereyim, mesela ellezine keferu, ellezsine eşreku, küfreenler, şirk koşanlar, Kureyş sadece bir sürede geçer. Kureyş’in yaptığı bütün kötülükler ellezi, elleti’de ifade edilir. Ereytellezi süresi var, orada ‘dini yalanlayanı gördün mü’ denir. Biz kadrajı gidip oraya mı koyacağız?
“KUBA’DAKİ MESCİDİ KÜBA’DAKİ MESCİT ZANNEDERSİNİZ”
Kur’anda bir edat var ve bundan neredeyse her sayfaya neredeyse 3 tane düşüyor. Kur’an’ın derdi şahısların dünyasından çıkarıp belli zamana, mekana bağlı kalmaktan çıkarıp kıyamete kadar insanlara ulaştırmaktır. Münafaklar Kur’anı kerimin bir konusudur, ama siz herhangi bir münafığın ismini bulamazsınız. Kıyamete kadar iki yüzlülük yapan, kişiliği bozulmuş bütün insanları siz o kategoride değerlendirebilirsiniz. Medine’de münafıklar müslümanların birliğini bozmak için cami yaparlar. Kur’an onu Dırar olarak ifade eder. Siz eğer esbabül nüzul kitaplarına giderseniz bu mescit Kuba’daki mescittir. Fakat öyle anlatılıyor ki, siz bunu Fidel Castro’nun Kübası’nda bir cami inşaa edilirken dikkate alabilirsiniz. Kur’anı Kerim bütün olarak okunduğunda bizim rabbimiz Rabbülalemindir, kadrajını bütün alemlere koymuştur. Modern zamanlarda ortaya çıkan tarihselciliğin hiçbir tezine katılmam. Hegel’le, hermeneotik bakış açılarıyla yapılan yorumlara katılmıyorum. Bilebildiğim kadarıyla tarihselcilik teziyle tanınan birçok insan oldu. Bunların hiçbirisi ‘Kur’an Allah kelamı değil, peygamber sözüdür, peygamber de bu sebeple kendi görüşlerini, mütalalarını ifade etmiştir’ diye bir cümleyi İslam dünyasında kimsenin kurduğunu duymadım.
“BİZ KUR’ANI RABBİMİZE İBADET İÇİN OKUYORUZ”
Resulü Ekrem Aleyhisselam vahiy aldığında tekrarladı çünkü unutma korkusu vardı. Cenab-ı Hak ‘dilini tekrarlama, onu toplamak, biraraya getirmek bize aittir, biz onu okuduğumuz zaman sen de o okunana tabi ol’ dedi. Dolayısıyla Kur’anı kerimde fasit bir kıraat, tilavet ayetleri, kelamullah ifadesi bizzat Kur’an’da geçen ayettir. Biz Kur’an’ı ibadetimizde Rabbimize sunuyoruz. Tilavet edip Allah’a olan kulluğumuzda ifade ediyoruz. Milyonlarca insan gözyaşı döküyor. Biz onu Rabbimize ibadet olarak okuyoruz. Kur’anı kerim lafzen ve manen nazil olmuştur. Peygamberin bir kelime tasarrufu yoktur. Kur’anı kerim mesajlarıyla evrenseldir. Benim şahsen okuma biçimim, kendi hayatımda, kaldı ki 14 asır içeriside de bütün coğrafyalarda İslâm ümmeti böyle anladı böyle iman etti.
“EHL-İ SÜNNET DEDİĞİNİZ ŞEY MEZHEP DEĞİLDİR”
Bizim geleneğimizde reddiye geleneği vardır. 200 farklı düşünce mektebini ortaya çıkarmış, onların her birinin sözünü de emanet kabul edip, sonraki nesillere aktarmış medeniyetiz. Biz bunların hepsinin kitaplarını neşredip aktarmışız. Bizim öncelikle fikrin cezası hakikati ortaya koymaktır, beyan etmektir. Linç edip, ademe mahkum etmek değildir, tahkir, tekfir hiç yakışmaz bize. Bu topraklarda bizim ehli sünnet dediğimiz şey mezhep değildir. Ehli sünnetin en büyük prensibi ehli kıble kavramını geliştirmiştir. Bizimle beraber kıbleye dönen bütün herkesi kardeşimiz görmüştür.
“BİR FİKRİ SUSTURARAK SADECE YAYARSANIZ”
Kur’an Allah kelamı değildir, peygambere aittir, peygamber onu formüle etti, öfkesini şunu bunu kattı, ben bunların da kastı aşan ifadeler olduğunu düşünüyorum, doğru olduğunu düşünmüyorum. Hayatını Kur’anı anlamaya adamış herhangi bir kimsenin böyle bir ifade kullanacağını düşünmüyorum. Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, söylenen sözün sahibini susturarak siz o fikri sadece yayarsınız, bir ceza vermiş olmazsınız. Bunun örnekleri var. Bazen bizim düşüncemize uygun bir alimin kitabından bir cümle buluyoruz, kendimize mesnet olarak kabul ediyoruz. Bazıları Hz. Ömer’i, bazıları Mutezile’yi, Ebu Hanife’yi kullanıyor bu doğru değil. Bizim tarihimizde engizisyon olmamalı. Kur’anı savunmak için Kur’an ahlâkından vazgeçmemeliyiz, peygamberimizi savunmak için peygamber ahlâkından vazgeçmemeliyiz. Küfür ederek, dışlayarak, hatta görevine son vererek… Bir kardeşimizin hata yapması hepimizi üzmeli. Hatayı düzeltmesi için çaba içerisinde olmalıyız.
“O HATAYI MUHAFAZAKÂR OLANLAR DA YAPIYOR”
Türkiye’nin üzerinde yürüdüğü fay hatları bütün farklılıklarımıza rağmen inanç değerlerimizin tarafları birbirine daha da yakınlaştırdığı, kardeşliği pekiştirmek için bir çaba içerisinde olduğumuzu ifade ettim. Genelleştirme nasıl ki, az önce söylediğim hocalar arasında yapılabiliyor. Diyelim ki kendisini muhafazakâr olarak adlandıran, çok benimsediğim kavramlar değil ama, çağın literatüründe kullanılan kavramlar. Diyelim ki o şahıs gayriahlâki bir şey yapıyor. Bizim ahlâki merkeze alan dindarlıklarımız azalıyor. Gerçek dindarlık ahlâkı merkeze alan bir dindarlıktır. Orada bir problem yaşanıyor, sonra sosyal medyada bir linç başlıyor; işte siz busunuz. O şahsın şahsında, o şahsın dünya görüşünü paylaşan bütün kitle bir iki gün sosyal medya ortamlarında, sonra bazıları eğer inanç problemi yaşıyorsa, Kur’an’la sorunu varsa onu Kur’an’a, Hz. Peygamberle sorunu varsa İslam’a malederek genelleniyor. Bu hatayı sadece kendisini seküler olarak adlandıran yerde duran yapmıyor. Üzülürek belirteyim öbür tarafta yer alan da yapıyor. Oradada aynı şekilde diyelim ki bir hata oldu, o da genelleştiriyor; siz busunuz. Şahsıma yönelik iftiraların zamanına baktım, büyük ihtimalle kardeşlerimizin teheccüde kalktıkları zamandır. Vakte bakıyorum demek ki teheccüde kalkmış. Kendisini dinin jandarması görüyor, falan hoca dinden çıktı, öyleyse şuna hücum edeyim, sevap kazanayım. Ne zaman yapıyor bunu teheccüd vakti yapıyor. Teheccüde kalkmayı alışkanlık haline getirmiş kardeşlerimiz dahi sosyal medyada kendi kardeşiyle ilgili yalana, iftiraya, dedikoduya başvurabiliyor.
“KALBİN İDRAK ÖLÜMÜYLE KARŞI KARŞIYAYIZ”
Öncelikle ahlâk üzerinden bu kutuplaşan tarafların birbirini genelleştirerek suçlamasının önüne geçmeliyiz. Hangi düşünceye sahip olursa olsun her kardeşimizin muhteem güzellikleri vardır, onları görelim. İnsanlık tarihinde birtakım devrimler çok etkili olmuştur. Matbaa da böyledir. Dijitalleşme dinlerin tarihinde çok daha değişimler, dönüşümler getirmiştir. Kalbimizi, ruhumuzu, aileyi, bireyi toplumu en çok etkileyen unsurlardan bir tanesidir. Dijital ekran uygarlığı kuruldu. İnsanlık her şeyi suret üzerinden görmeye başladı. Seyirci olduk hepimiz. İnsanda meydana getirdiği en büyük değişim görsel idraki egemen kıldı. Hisler vardır, kalbin idraki vardır. Görmek sadece hissi idraklerden bir tanesidir. Dijital ekran uygarlığında akıl değil göz, düşünmek değil bakmak, seyretmek esas oluyor. Bu egemenlik gerçekleşince aklın idraki zayıflıyor, kalbin idraki ölümle karşı karşıya kalıyor. Kur’an’da idrak ölümü diye bir kavram var. ‘Kalpleri var ama onunla anlamazlar, gözleri var ama hakikati görmezler’. Böyle olunca, görsel idrak egemen olunca insan idrak ölümüyle karşı karşıya kalıyor, kalbin idraki ölüyor.
“ÇOCUĞUN ELİNE MAMA DEĞİL EKRAN VERİYORUZ”
Bu görsel idrakin egemenliği insanlığı üç hastalıkla karşı karşıya getirdi. Birincisi seyretme bağımlılığı. Günde kaç saatimiz ekrana bağlı kalarak geçiyor. Artık çocukları susturmak için eline verdiğimiz mama değil ekran oluyor. Bir fotoğraf çekme fetişizmi doğdu. Herkes aynı zamanda birbirinin ayıbını araştırmayı, mahremiyetini takip etmeyi, her birisinin özeline sahip olmayı yakalandı. Biz buna tecessüs diyoruz. Sadece seyretme hastalığı yok, bir de seyredilme hastalığı var. Herkes ekrandaki görüntüsüne aşık. Her türlü kötülüğünü paylaşıyor. Dijital ekranın arkasında çocuğu, kadını metalaştıran sektörler doğurdu. Göz bir şehvet aracına dönüştü. Hakikati müşahade eden basiret sahibi bir organ olmaktan çıktı. Bir arzu, istek, şehvet aracına dönüştü.
“HAYA DUYGUSU SADECE CİNSELLİKLE SINIRLI DEĞİL”
Buna karşı İslâm dini haya diye bir ahlâk öneriyor. Haya Türkçe’de çok eksik bilinen bir kavramdır. Sadece cinsiyet meselesinde utanma duygusundan ibaret değildir. Haya, hayattır. İnsana hayat verir, hayatla aynı kökten gelir. İnsanı yaratıcısından, meleklerinden, kendisinden haya etmesi, insanın diri olması demektir. İdrak ölümünden kurtulması için. Her dinin temel bir ahlâkı vardır. İslam’ın temel ahlakı hayadır. Haya ile ihya olmak gerekiyor. İnsanın ekran uygarlığından koruması lazım. Yasaklayarak olmaz. Bilinçli bir şekilde kullanması lazım. Onun bizi yönetmemesi lazım. Hayayı iman olarak tarif eden peygamber sözleri var. Kur’anı Kerim ‘gözü sakınsınlar’ derken şimdi daha iyi anlıyoruz. Bu ayet söylendiği zaman belki bir defa gözü kötülüğe takılıyordu, ama şimdi bu aleti elinize aldığınızda binlerce kötülükle karşı karşıya kalıyorsunuz.
“EKRAN UYGARLIĞINDA BU ÇARELERİ BULMAMIZ LAZIM”
İslamda bir amentü var bir eşhedü var. Amentü iman etmek. Bir de eşhedü var. Sadece iman ettim değil ‘Ey Allahım ben sana şahidim ama sen de bana şahitsin’. Dolayısıyla insan Rabbine, Rabbi de insana şahit olacak. Sosyal medya ortamlarında birbiriyle tartışan hocalarımızın, kardeşlerimizin oturup bunlar üzerinde çalışmamız lazım. Bunları gençlerimize yeni bir dille yeniden anlatmamız lazım. Ekran uygarlığında bizim bu çareleri bulmamız lazım.