Müzisyen Zeynep Alasya, son olarak “Serçenin Gözyaşları” filminin müziklerine imza attı. Alasya, ülkedeki durumu “Sevgisiz toplum olduk” sözleriyle özetliyor.
Usta oyuncu Zeki Alasya’nın müzisyen kızı Zeynep Alasya, bu aralar yeni projelere imza atıyor. Dizilere yaptığı müziklerle tanınan Alasya yakında gösterime girecek “Serçenin Gözyaşı” adlı filmin müziklerini yaptı. Yeni albüm projeside olan sanatçı, müziğe dair birçok şeyi Melih Kibar’dan öğrenmiş. Sonrasında ise bir süre Sezen Aksu’nun vokalistiliği yapmış. Alasya ile müziği ve babasıyla gittiği turneleri konuştuk.
Müzisyenlik benim için doğar doğmaz gelen bir şey, hayatımın hiçbir devresinden müzikten uzak kaldığımı hatırlamıyorum. Klasik hani saç fırçasını mikrofon yapan çocuk, işte ben de onlardanım. Bunu gören annem babam da “Bu çocuğa bir eğitim aldıralım” demişler. Piyano eğitimi için beni götürüyorlar.
Profesyonel olarak müziğe atılmam okuldan sonra Melih Kibar’la tanışmamla oldu. Gerçekten müzik konusunda ne öğrendiysem Melih Kibar’ın yanında öğrendim. Sadece nota, müzik bilgisi değil, duyguyu yansıtma, duyguyu aktarma, karşındakinin duygusuyla empati kurup üretebilme, bunların hepsini Melih Kibar’dan öğrendim. İki sene kadar beraber çalıştık. Bir albümüm var, pek bilinmez ama onun ilk temelleri de orada atıldı.
Ondan sonra Sezen Aksu’nun yanına geçtim vokalisti olarak. Ondan da çok bambaşka şeyler öğrendim.
SEZEN AKSU…
Oluyor tabii! Bir kere yaşamışsınız, alkışın sesini duymuşsunuz. Ve Sezen Aksu yanında çalışanları çok motive eden bir kadındır. Beni de solo, çok fazla sahne önüne attı, ben de çok heyecanlıyımdır ve çok da çekingenimdir ama o kalabalığın alkışını duymanın keyfi bambaşka sahneyi arada özlüyorum ama bunun da keyfi bambaşka! Ama çok büyük konserler, albümler değil de bir proje olabilir. Var öyle mesela şu an aklımızda bir şey! Proje albümü yapmayı düşünüyorum.
Ben çalıştığı insanlarla samimi ilişkiler kurmayı seven bir insanım. Eğer samimi ilişki kuramıyorsam çalışmayı da tercih etmiyorum. Çünkü mutsuz, huzursuz oluyorum. Hayat çok kısa! O yüzden benim çok uzun yıllardır çalıştığım kurgu yönetmeni arkadaşım Akif Özkan beni aramıştı: “Zeynep böyle bir film var, yapımcısı Selçuk Çobanoğlu, bu filmi senin yapmanı arzu ederim. Çok güzel yapacağını düşüyorum. Tam bir kadın hikâyesi, kadına şiddet ve sosyal sorumluluk projesi gibi bir sinema filmi” dedi. Kabul ettim. Ve çalışmaya başladık. Benim ekip arkadaşlarım Caner Özkan, Ertan Özkan ve Emre Altaç, biz dördümüz yaptık bu filmin müziğini!
On yılda 4 binin üzerinde kadın öldürülmüş bu ülkede ve her geçen yıl daha da fazlalaşıyor. Neden fazlalaşıyor? Sadece kadın cinayeti değil. Her şeye karşı tahammülsüzlük arttı. Sevgisiz, değersiz bir toplum olduk. Bu sadece benim gözlemlediğim bir şey değil. Yani mesela Levent gibi belli bir kültür seviyesindeki bir semtte, yanımda oğlum da vardı, bir adam üstüme yürüdü. Bunları göre göre “Biz artık gerçekten nereye gidiyoruz” bunu eskiden anneannelerimiz sorardı, “Biz insanlık olarak nereye gidiyoruz” diye sorguladığımız bir zamanda geldi bu proje bana! İçeriği çok güzel anlatılmış. Sadece kadına şiddetin değil, kadına psikolojik şiddetin, mahalle baskısının, mahallenin bütün kadının ailesine yaptığı baskının çok güzel anlatıldığı bir film oldu. Sadece film izleyeyim, güzel vakit geçireyim değil, bir şeylerin farkına varayım diye de seyredilmesi gereken bir film oldu. Bende tabii bunun içerisinde olmayı çok arzu ettim. Özellikle yönetmenimiz kadın, ekibin çoğu kadın ve buna çok saygı duyan bir yapımcımız var.
‘ÜLKEMİZDE EĞİTİM BÜYÜK SORUN!’
Eğitim ve çok sevgisiziz. Yolda geçerken yanımda biri hapşırsa “Çok yaşa derim”, bir ortama girdiğimde “Merhaba” derim. Artık öyle şaşırıyor ki insanlar! Oysa ne var bunda, artık bunların tamamını kaybetmişiz, o yüzden benimki garip kalıyor. Bu kadar sevgisiz bir toplumda neden yaşamaya alışmak mecburiyetindeyiz onu bilmiyorum ama vardır herhalde bunun da bir çıkış noktası! Sosyal sorumluluk projeleri çoğalsa, mesela Köy Enstitüleri tekrar açılsa!
‘BABAM ÇOCUK YANINI HİÇ KAYBETMEDİ’
Ya! Ne kadar zamansız, ne kadar öngörülü, ne kadar ileri görüşlü oyunlarmış.
Ben çok uslu bir çocuktum. Onun avantajını çok yaşadım. Babam beni çanta gibi taşırdı her yere! Mesela diyelim iki ay Bursa’ya turneye gidiyor, ben de onunla beraber giderdim. Metin Akpınar’ın meşhur ünlü masaları vardır ya, ben 5-6 yaşından itibaren o ünlü masalarda otururdum. Onun sesi çok güzel olduğu için ve Türk sanat müziğini çok sevdiği için biz beraber şarkı söylerdik. “Hadi sen söyle yeğenim bir tane” derdi. Alaturka söylemeye öyle başladım. Ondan aldığım feyzle bir kulüpte alaturka gecesi bile yaptım.
Metin amcam ve babam yokluğun tamamını beraber yaşamış, birbirlerinin söküğünü dikmişler, beraber tabelacılık bile yapmışlar. Böyle yerlerden gelince ve bu kadar çok sevilince, ben babamın ne kadar sevildiğini öldüğünde anladım. Bana o kadar çok şey anlatıldı ki kendisi hiç söylememişti. Sağ elin yaptığını sol el bilmeyecek, kızına bile anlatmamış yaptığı yardımları… Çok büyük bir gurur bu benim için. Bu öyle bir popülerlik değil, gerçek gönülden sevgi! İnsanların benim onun kızı olduğumu öğrendiklerinde verdikleri tepki, gözyaşları, o rahmeti bile öyle içten diliyorlar ki gerçekten gurur duyuyorum.
Babam üretmeye başlarken daha keyif alıyordu. İlk prömiyer ortaya konuldu ya o artık sonraki oyunu düşünüyordu. Biteni olan şeylerden hoşlanmıyordu. Bir de bana çok garip gelen bir şeyi var. Bir insanın her şeye bu kadar yeteneği olmamalı! Babamın grafikte Avrupa mı dünya mı üçüncülüğü var. Hem onda hem bunda hem yazarlıkta, hem yönetmenlikte, oyunculukta nasıl olunabilir… Çocuk gibi bir adamdı.
Mesela çok küçüklükten bir tren aşkı varmış. Eşiyle birlikte doğum gününde ona lokomotifi olan bir tren hediye ettik. O tren ne oldu biliyor musunuz? Kocaman bir şey oldu. Şu anda Koç Müzesi’nde sergileniyor. Yıllarca uğraşıp kendi elleriyle boyayıp bir yerlerden getirtip falan minik minik koca bir şehir kurdu. Böyle çocuk tarafı olan, onu hiç kaybetmemiş, dünyevi hiçbir şey umurunda olmayan bir adamdı.