2009 ilkbaharında gerçekleştirilen Catlin Kuzey Kutbu Araştırmasında Kuzey Kutbu’nun Kuzey kısmında bulunan Beaufort Denizi boyunca 280 millik bir alan incelenmiştir. Avrupa Çevre Ajansı’nda yayınlanan bir makaleye göre tespit edilen deniz buzu tabakası ortalama 180 santimetre kalınlığında ve yalnızca bir yaşındaydı. Daha eski, daha kalın ve daha sağlam olan buz tabakası yok olmaya başlamıştır. 2008 yılında Arktik Okyanusu’nun Kuzey-Batı ve Kuzey-Doğu geçitlerinden geçen gemilere şimdiye kadar tarihte ilk defa yaz ayında bir buzkıran tarafından refakat yapılmamıştır.
Bu olumsuz etkiler, hali hazırda oldukça kırılgan ve çok hızlı bir şekilde değişmekte olan Kuzey Kutbu ekosistem ağının yok olması ile ilgili ciddi tehditler oluşturuyor. Özellikle Arktik Okyanusu’ndaki deniz buzu tabakasının endişe verdiği söylenebilir. Buz ve altındaki deniz bir yaşam alanıdır, ancak tüm bu alan artık küresel iklim değişikliği ile tamamen yok olma riski ile karşı karşıyadır.
Kutup ayıları açlıktan ölmektedir, çünkü fokların tercih ettiği dinlenme alanı olan, kıyılara yakın deniz buzu alanları ayıları taşıyamayacak kadar incelmiştir. Yazı geçirmek üzere Kuzey Kutbu’na göç eden kuşlar bahardaki en güzel çiçek açma mevsimini kaçırmaya başlamıştır, çünkü bu mevsim kuşlar gelmeden önceki üç hafta içerisinde sona ermektedir.
Kuzey kutbunun coğrafi olarak oldukça uzak bir yerde olması oradaki iklimsel değişiklikleri takip etmemeye neden oluyor birçoğumuz için. Fakat Arktik bölge dünyadaki iklimin düzenlenmesi ve şekillenmesinde önemli rol üstleniyor. İklim değişikliğinin öngörülen hızlarda devam etmesi halinde, hepimiz için çok ciddi sonuçlar doğuracaktır.
Kuzey ve güney kutupları bir soğutma sistemi olarak Dünyanın ikliminin düzenlenmesinde oldukça hayati bir işleve sahiptir. İncelen kar tabakası, toprağın güneşten daha fazla ısı çekmesi ve okyanus akıntılarının değişmesi anlamına gelmektedir. Buzulların erimesiyle oluşan tatlı sularla deniz suyunun bir karışımı olan Arktik Okyanusu tüm dünya genelindeki okyanus akımlarını etkilemektedir. Bazı bilim insanları, çok fazla miktardaki erimiş tatlı suyun, daha güneydeki iklim üzerinde oldukça yüksek bir öneme sahip deniz akıntılarından “bazılarını” değiştirebileceğine inanmaktadır.
Arktik bölge farklı yerlerde bulunmayan yerel kültürlere sahip birçok insanın vatanı olarak kabul edilir. Burada yaşayan insanlar ve o insanların kültürleri de risk altındadır.
Dünyadaki fosil yakıt kullanımı nedeniyle atmosferin kirlendiği, dünyanın dengesinin bozulduğu da belirtiliyor. Denge bozulunca soğuk kalması gereken kutuplardaki buzlar eriyor. Buzlar eriyince insanlık yeni fosil yakıtlara ulaşma imkânı buluyor. Peki, tüm bu değişen iklimsel şartların ve dünyadaki ekosistemin kuzey kutbuna zarar vermemesi neyle çözülebilir?
3 maddeyle anlatacak olursak;
• Kuzey Kutbu’nu popülasyonu ile birlikte korumak ve sürdürülebilirlik sağlamak
• Kaynakların sürdürülebilir şekilde kullanımını teşvik etmek
• Kuzey Kutbu’nun çok taraflı bir şekilde yönetimine katkıda bulunmak
diyebiliriz.
Kuzey Kutup bölgesinde yaşanan değişim ve gelişmelerin dünyanın kaderine de etki edeceği yazımız içerisindeki satırların muhtelif kısımlarında geçiyor. Peki, sadece bu bölgenin iklimsel değişimlerinin yarattığı olumsuzluklar mı konuşulmalı? Son yıllarda en çok merak edilen gizemlerin başında da Kuzey Işıkları geliyor şüphesiz.
Dünya genelinde pek çok insanın farkında olduğu ama çok az insanın şahit olduğu Kuzey Işıkları ile ilgili bilimsel bir açıklamada bulunuyor. Mitoloji ile yakından ilgili olanların bileceği üzere şafak tanrıçası olan Aurora’dan ismini alan kuzey ışıklarının tarifi, dünyanın manyetik alanı ve Güneş’ten gelen yüklü parçacıkların etkileşimi sonucu gökyüzünde ortaya çıkan doğal ışımalar şeklinde yapılır.
Ekseriyetle geceleri varlığını ortaya çıkaran ve etkisini gösteren bu ışımaların en fazla görüldüğü yer kutuplar ve kutuplara yakın yerler olmasından dolayı kutup ışıkları olarak anılıyor. Norveç’e bağlı Svalbard takımadalarında, Finlandiya’nın Kakslauttanen kentinde, İsveç’in Kirone bölgesinde olan Jukkasjärvi’da, İzlanda Reykjavik’te izlendiğinde kuzey ışıkları kişiye farklı bir mana ve derinlik katar.
Kuzey yıldızlarının nasıl göründüğüne dair merak içeren araştırmalara karşın; gökyüzünde yay, bulut, çizgi, dairesel gibi çeşitli şekillere benzer görüntüler oluşturduğunu ifade edebiliriz.
Geçmiş zamanlarda insanların kuzey ışıklarına yükledikleri anlamlar içerisinde ışıkların ortaya çıkmasının tanrıdan gelen işaret olduğu düşüncesi de yer alıyordu. Ortaçağ döneminde yaygın olarak görülen bu inanış uzunca bir süre devam etti.
Aurora Borealis anlamına da gelen kuzey ışıklarına Galileo Galilei tarafından ilk kez Aurora Borealis adlandırması yapıldığı biliniyor. Galilei 1619’da bu ışıkları tarif eden kişi olarak tarihe geçmiştir.
Kuzey ışıklarının sadece kuzeyde olmadığı da bilinen gerçekler arasında yerini alıyor. Güney yarımkürede de meydana gelen kuzey ışıklarına, güneyde güney ışıkları ismi veriliyor. Kuzey ışıklarında farklı renklerde ışıkların görüldüğü değerlendirilirken bunun nedeni olarak farklı iyonların olduğu açıklanmıştır. Yani ışıkların, oksijen atomlarından çıkmışsa genellikle yeşil, nitrojen atomlarından çıkmışsa genellikle kırmızı renkli olduğu söylenir.
Kuzey ışıkları ile ilgili inanışlar ve duygu tarifleri çağlara, iklimlere ve yaşam biçimlerine göre farklılık göstermiştir hep. Bu farklı inanışlar içerisinde bir örnek olarak da Laponlar verilebilir. Laponlar bilindiği gibi Norveç, İsveç, Finlandiya gibi kuzey kutup dairesinde içerisinde var olan bölgelerde eski zamanlardan bu yana varlığını sürdürdüğü iddia edilen bir etnik gruptur. Bu gruba (yani laponlar) göre bu ışıklar, ölenlerin dünyayı terk eden ruhları olarak kabul edilir. Bir diğer inanışa göre ışıklara saygısız tutum ve duruş sergilemek; şanssızlık, hastalık ve daha tutucu inanışlara göre ölüm nedeni olarak değerlendiriliyor, inanılıyordu.
Auroralar ile ilgili inanışlar Kuzey Kanada ve Alaska kızıldereliler tarafında da varlığını sürdürüyordu. Bu mitolojilerde de kuzey ışıklarının ölen büyüklerin/ataların ruhları olduğuna dair inanç hakimliğini sürdürüyor.
Eski zamanlarda mitolojik hikayelerin kattığı gizemle sınırlı olan kuzey ışıkları hakkında günümüzde daha çok veri ve nesnel yargılar mevcut. Yüzyıllarca nasıl ve neden ortaya çıktıkları ile ilgili bilinmezlikler sürerken gizemlilikleri de son yıllara kadar devam etmiş. Günümüz dünyasında kuzey ışıklarını keşfedenlerin çoğu bu ışıklara sahip olma nedeninin dünyayı aydınlatan güneş ve yerkürenin manyetik alanı olduğuna kanaat getirmiştir.
Kuzey ışığının rengi saçılan ışığın dalga boyuna bağlıdır. Bu da atmosferdeki gaz ve onun elektrik durumu ile gaza çarpan parçacığın enerji durumuna göre değişiklik gösterir. Atmosferde en çok oksijen ve azot gazlarının bulunduğunu biliyoruz. Eğer parçacıklar oksijen atomlarına çarparsa yeşil ve kırmızı; azot atomlarına çarparsa mavi ve koyu kırmızı renkte ışık oluşur. Işıkların çoğu yeşilimsi sarı renkte olmakla birlikte, uzun ışıkların oluşması halinde üst ve alt taraflarda kırmızı ışıklar görülür. Nadiren de olsa, güneşin ışıkların üst tarafına çarpması halinde donuk bir mavi rengin oluşma ihtimali mevcuttur. Zaman zaman alt taraflarda pembe renk de görülür.
“Kuzey ışıkları nasıl oluşuyor?” sorusunun ise üç cümleyle açıklanabilir durumu var. Güneşte manyetik patlamaların solar rüzgarlar yarattığı, solar rüzgarların taşıdığı elektronların dünyanın manyetik alanına ulaştığı, elektronların atmosferdeki oksijen ve nitrojen atomlarıyla çarpışarak aurorayı meydana getirdiği şeklindeki değerlendirme merak edenler tarafından nesnel tatminlik sağlıyor.
Güneş aksiyonlarının çok olduğu dönemlerde kutup ışıkları daha rahat izlenebiliyor. Güneşin kendi döngüsü içerisinde uzaya yayılan yüklü enerjisinin değişmesi de kutup ışıklarının daha görünür ve daha geniş bir alandan izlenebilmesine olanak sağlıyor.
Dünyadaki ekosistemin ve doğa olaylarının sonucunda insanoğlu, “dünyanın dengesi bir gün değişir mi” sorusunu soruyor. Aslında bu sorunun cevabı biraz düşününce ortaya çıkıyor. Mesela bu satırları okurken saatte 100.000 km hızla uzay boşluğunda savrulduğumuzu kaçımız biliyorduk? Bu hızın biraz artması veya azalması durumunu bir göz önüne getirsenize… Dünyanın dengesinin nasıl değişir o zaman değil mi?
365 gün 6 saat süren güneşin etrafındaki yolculukta dünyanın 940 milyon km yol sürdüğünü biliyoruz. Dünya bu dönüşü tam dik açıyla değil 23°27’lik yatık eksenle gerçekleştirir. Güneşin etrafında dönerken aynı zamanda 24 saatte kendi ekseninde, yine saatin aksi yönünde dönüşünü tamamlayan gezegenimiz bunu yılda 365 kez yapar. Bu 23 derecelik eğimde küçük bir değişiklik olsa denge yine bozulur.
Anlayacağımız üzere yaşam tam manasıyla bir denge üzerine kurulmuş durumda… Suyun okyanuslardan, denizlerden atmosfere ve atmosferden yeryüzüne, ardından yeniden okyanuslara ve denizlere ulaşması gibi. Su buharlaşma yolu ile denizlerden ve kara parçalarından atmosfere ulaşır. Atmosferde yoğunlaşan su bulutları meydana getirir ve bulutlar da yağış ile tekrar suyun yeryüzüne ulaşmasını sağlar. Yeryüzüne yağış yoluyla ulaşan su, doğrudan denizlere veya kara parçalarına düşebilir. Kara parçalarına düşen su ise yüzeysel ve yeraltı akımları ile tekrar denizlerde birleşir ve döngü bu şekilde devam eder. Yeryüzündeki su kaynakları artmaz veya eksilmez. Sadece bir döngü içerisinde katı, sıvı veya gaz halinde korunur ve yer değiştirir. Denge yine başrolde…
TÜKÇEV’in araştırmasına göre, “Dünya nüfusunun %20’sini oluşturan kalkınmış ülkeler, dünya kaynaklarının %80’ini kullanıyor ve bu oranda da dünyayı kirletiyor. Dünyamız hızlı bir şekilde kirleniyor. Biyolojik çeşitliliğimiz gittikçe azalıyor.”
Dünya da doğal kaynakların üçte ikisinin tehlikede olduğu uzun yıllardır konuşuluyor. Dünyadaki 10 bin kuş türünün %12 si, 4500 memeli türünün %11 i, balıkların dörtte biri, bitkilerin dörtte birinin yok edilmek üzere olduğu biliniyor. Kimyasal gübre ve zirai ilaçlar doğal dengeyi bozdu, tarım topraklarını kirletti. Dünya topraklarının üçte biri çölleşti. Son 40 yılda biyolojik çeşitlilik küresel ölçekte %30 azaldı.
Dünya da petrol, gaz, kömür gibi fosil yakıtlar ile metan, azot oksit ve diğer sera gazlar atmosferi kirletmeye devam ediyor. Son elli yılda fosil yakıtların tüketimi 9 kat arttı. Bunun neticesinde küresel iklim değişikliği tehlikeli boyutlara ulaştı. Küresel ısınmayla birlikte dünyanın dengesi bozuldu. Mevsimler değişti, bitkiler erken çiçek açmaya, hayvanlar erken doğurmaya başladı.
İnsan düşünmeden edemiyor. Tüm bu doğal kaynaklar ve dünyanın ahengi insanoğlunun acımasız, bilinçsiz ve sonu bitmek bilmeyen tüketiminden dolayı mı zarar görüyor? Sonrasında bir düşünceye daha kapılıyor insan istemsizce. Bu kadar sorumsuzlukla doğaya zarar verilen bir dünya nüfusuna rağmen dünyanın dengesi bir şekilde hala kendini muhafaza edip, ekosistem çalışıyorsa dünyanın dengesinde bir sır ve mucize mi var?
En nihayetinde varmamız gereken sonuç, dünyanın doğal dengesi ile insanoğlunun dünyayla entegrasyonunda bir farkındalık oluşturmak olmalı. Bu değişim birlerle olur. Bir insanın farkındalığı dünyayı değiştirebilir. Çünkü birler milyonları, milyonlar milyarları oluşturur.
Belki bu sayede dünyadaki kaynakları daha paylaşımcı ve doğal akışında kullanabilir duruma gelebiliriz.
Sahi, olamaz mı gerçekten?